Bu çalışmada uluslararası örf ve âdet hukuku ile uluslararası insan hakları hukuku arasındaki ilişki incelenmektedir. Uluslararası insan hakları hukuku uluslararası hukukun görece yeni bir alt dalı olup, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmıştır. Doktrinde uluslararası insan hakları hukukunun kaynaklarına ilişkin tartışmalar hâlâ devam etmektedir. Bu tartışmalardan bir tanesi de uluslararası örf ve âdet hukukunun, uluslararası insan hakları hukukuna kaynaklık edip etmediğine yöneliktir. Doktrindeki bazı yazarlar, uluslararası örf ve âdet hukuku normlarının uluslararası insan hakları hukuku kurallarının kaynağı olamayacağını ileri sürseler de eldeki çalışma bunun aksini iddia etmektedir. Bu amaçla çalışma öncelikle uluslararası örf ve âdet hukuku ile uluslararası insan hakları hukukunun genel niteliklerini kısaca açıklamaktadır. Daha sonra ise bu ikisi arasındaki ilişkide, ilkinin ikincisine erga omnes nitelik kazandırarak olumlu, ancak bazı devletleri kuralların oluşum sürecinden dışlayarak olumsuz etki yaptığını ileri sürmektedir. Bu olumsuz etki özellikle Uluslararası Hukuka Üçüncü Dünya Yaklaşımları literatürü üzerinden açıklanmaktadır.
ÖzUluslararası hukukun ana akım yaklaşımları, disiplinin kolonyal ve post-kolonyal kökenlerini açığa vurmak ve "egemen eşitsizlik" üzerine kurulan modern uluslararası hukuk rejimini yapı-söküme tabi tutmak için gereken bakış açısını yeterli düzeyde sağlayamamaktadır, ki Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin yapısına bakmak bile bu yapı-söküme olan ihtiyacı gözler önüne sermektedir.Uluslararası hukukun eleştirel yaklaşımlarından biri olan TWAIL, bu ihtiyacı karşılama iddiasındadır. TWAIL uluslararası hukuku gerekli ve önemli görse de onu Batı'ya tabi kılınan Üçüncü Dünya'nın devam eden sömürülmesini kolaylaştıran bir araç şeklinde algılamaktadır. TWAIL akademisyenleri, uluslararası hukukun sömürgeci temellerinin yeniden incelenmesi yoluyla uluslararası hukukun tahakküm altına alıcı yönleri olarak değerlendirdikleri özelliklerini değiştirmeye çalışırlar. TWAIL'e göre uluslararası hukuk, Avrupa tarihi ve tecrübesinin bir sonucu olarak Avrupa'da şekillenmiş bazı ilke ve doktrinlerden başka bir şey değildir, ki aynı uluslararası hukukun evrensellik iddiasında bulunması da büyük bir paradokstur. Bu nedenle uluslararası hukuk, Üçüncü Dünya'nın beklentilerini karşılayamadığı müddetçe gayri meşru olarak nitelendirilecektir.TWAIL literatürünün fazlasıyla heterojen yapısına rağmen, TWAIL'in üzerinde durduğu ana temaları bulmak da mümkündür. Bu itibarla, çalışmanın üç amacı bulunmaktadır. Birinci olarak, TWAIL'in ne olduğu ve onu ana akım yaklaşımlardan ayırt eden özelliklerini açıklamak ve ikinci olarak, söz konusu heterojen literatür arasından TWAIL'in ana temalarını ve merkezi argümanlarını çekip çıkarmak. Bu anlamda çalışma, TWAIL'in sekiz farklı şematik temasına odaklanarak, bunları yaklaşımın öncü düşünürlerinin görüşleri çerçevesinde aktarmaktadır. Üçüncü olarak ise, Üçüncü Dünya'nın da menfaatine olabilecek bir uluslararası hukukun inşası için çalışan TWAIL'in nasıl algılanması gerektiği konusunda tavsiyede bulunulmaktadır.
Bu çalışma uluslararası hukuk ve ilişkilerin en tartışmalı kavramlarından biri olan self-determinasyonun 20'nci yüzyıldaki gelişim sürecine odaklanmaktadır. Çalışmada, İkinci Dünya Savaşı öncesi ortaya çıkmakla birlikte, ilk defa Birleşmiş Milletler Şartı ile geniş kapsamlı bir uluslararası antlaşma içerisinde muğlak bir şekilde kendine yer bulan bu kavram San Francisco Konferansı'ndan itibaren detaylı bir incelemeye tabi tutulmuştur. Birleşmiş Milletler teşkilatı tarafından hayata geçirilen düzenlemeler özelinde incelenen self-determinasyon tartışmalarının temelde üç ana eksende yapıldığı tespit edilmiştir. İç self-determinasyon ve dış self-determinasyon olarak ifade edilen birinci tartışma self-determinasyonun kapsamına yöneliktir. İlke ve hak kavramları üzerinden yapılan ikinci tartışma self-determinasyonun anlamına ilişkindir. Son tartışma ise self-determinasyona dayanacak olan özne, yani, "peoples" kavramı üzerinde yaşanmaktadır. Çalışma, literatürden ayrılan bir yönüyle San Francisco Konferansı tutanakları ile konuya ilişkin önem arz eden Birleşmiş Milletler Genel Kurul kararları görüşme tutanaklarını detaylı bir şekilde incelemektedir. Bu anlamda çalışma, self-determinasyon kavramına ilişkin ilke-hak tartışmasının ikinci lehine artık son bulduğunu, ancak diğer iki tartışmanın daha sıcaklığını koruduğunu göstermektedir.
Donald Trump, ABD başkanı olarak görev yaptığı ile günden son güne kadar sansasyonel açıklamaları ve düzen karşıtı tutumu ile dikkat çekmiştir. Bu düzen karşıtı tutum sadece kendi ülkesi ile sınırlı kalmamış, aynı zamanda uluslararası ilişkiler ve hukukun yerleşik pratik ve kurallarına savaş açacak bir noktaya varmıştır. "Önce Amerika" sloganında hayat bulan Amerikanizm, Trump yönetiminin politikaları ile çok taraflılık karşısında güçlü bir zemin kazanmıştır. Bu çalışmada, Trump yönetiminin uluslararası hukuk sistemine yönelik düzen karşıtı eylemleri ele alınmaktadır. Bu itibarla çalışma iki ana bölüme ayrılmıştır. Birinci bölümde, Trump yönetiminin ABD'nin menfaatlerine uymayan antlaşmalardan veya örgütlerden rahatlıkla çekilebildiği, çekilme tehdidi ile kendi lehine düzenlemeleri zorunlu kıldığı, bu örgütlere yaptığı finansal katkıları bir silah olarak kullandığı ve uluslararası katılım ve "soft law" araçlarını kendi menfaatine aykırı olan her durumda reddettiği örneklerle gösterilmektedir. İkinci bölümde ise, Trump yönetiminin uluslararası hukukun temel kurallarından bazılarını doğrudan ihlal ettiği, ihlal edilmesine göz yumduğu ve uluslararası kurumlara yönelik söylem ve eylem düzeyinde saldırılar gerçekleştirdiği örneklerle ele alınmaktadır. Çalışmada üç temel iddia ileri sürülmektedir. Birincisi, Trump yönetimi, uluslararası hukukun temel ilkelerini ihlal etmekle ABD'nin üzerine kurulu olduğu çok taraflılık ve enternasyonalizm düşüncelerine ciddi şekilde zarar vermiştir. İkincisi, Trump'ın yaklaşımı modern uluslararası hukukun temelini oluşturan evrensel haklara değil, kendi ulusal çıkarlarına dayanmaktadır. Üçüncüsü, Trump yönetimi ABD'nin çıkarları gerektirdiğinde sadece uluslararası hukuku ihlal etmekle kalmayıp, uluslararası hukuka ve kurumlarına meydan okuyarak onu zayıflatmaktadır.
XIX. yüzyılda küreselleşmenin hız kazanması, uluslararası ilişkilerdeki aktör sayısını arttırırken, bu aktörler arasındaki ilişki biçimlerini de derinden etkilemiştir. Bu yüzyılda, tek aktörlü ve devlet merkezli sisteme uluslararası örgütler de kurumsal yapılarıyla kalıcı şekilde dahil olmuş ve Westphalia Barışı'ndan itibaren olgunlaşmakta olan sisteme önemli girdiler sağlamaya başlamışlardır. Bu çalışma, daimî uluslararası örgütlerin ortaya çıkışı için neden yüzlerce yıl beklenildiğini açıklamaktadır. Bu amaç için, önce modern ulus-devletin ve uluslararası ilişkiler sisteminin gelişim süreci XVI. yüzyıldan itibaren ele alınmış, daimî uluslararası kuruluşlarının gelişiminde önemli rol oynayan ve 1815 Viyana Kongresi ile başladığı kabul edilen kongreler sistemi ve bunun uluslararası örgütlerin gelişimine katkıları üzerinde durulmuş, modern uluslararası örgütler ve bunların ortaya çıkış nedenleri detaylı şekilde ele alınırken, nihayet bu örgütlerin neden esas olarak XIX. yüzyıl ürünü oldukları açıklanmıştır. Çalışma bu durumu maddi (ihtiyaca yönelik), düşünsel, stratejik ve sistemsel faktörler ile açıklamakta ve bu faktörler nedeniyle XIX. yüzyılın uluslararası örgütlerin sihirli yüzyılı olduğunu ileri sürmektedir.
Bu çalışma, antik Yunan'da M.Ö. 5. yüzyılın sonlarından itibaren ortaya çıkan ve tiranlara karşı cinayet işlemeyi suç olmaktan çıkararak katillere karşı yaptırımsızlığı ve hatta ödüllendirmeyi öngören tiran karşıtı hukuki düzenlemeleri detaylı bir şekilde incelemektedir. Tiran katli olarak ifade edilen bu pratik, kısaca devlet gücünü sistematik bir baskı aracı olarak kullanan yöneticilere karşı işlenen siyasi cinayettir. M.Ö. 410 yılından M.Ö. 280 yılına kadarki dönemde, Atina ve diğer bazı şehir devletlerinde yürürlüğe giren beş anti-tiran yasa metni tarihi arka planları ile detaylı bir analize tabi tutulmuş ve direnme hakkı olarak bazı modern anayasalarda da geçen uygulamanın en radikal örneklerinin hukuki dayanakları incelenmiştir.
Unilateral humanitarian intervention is one of the most controversial issues in international law and relations. This controversy arises from the fact that while it serves a praiseworthy practice such as saving people suffering from gross human rights violations, it is illegal under international law. This article examines how this illegality fits the definition of the crime of aggression under the Rome Statute of the International Criminal Court. The main contention is that while the doctrine of unilateral humanitarian intervention constitutes an illegal practice of international relations, the International Criminal Court is not able to try the persons ordering military interventions for humanitarian purposes. This arises mostly because unilateral humanitarian intervention is in a "grey area" of international law.
scite is a Brooklyn-based organization that helps researchers better discover and understand research articles through Smart Citations–citations that display the context of the citation and describe whether the article provides supporting or contrasting evidence. scite is used by students and researchers from around the world and is funded in part by the National Science Foundation and the National Institute on Drug Abuse of the National Institutes of Health.
hi@scite.ai
10624 S. Eastern Ave., Ste. A-614
Henderson, NV 89052, USA
Copyright © 2024 scite LLC. All rights reserved.
Made with 💙 for researchers
Part of the Research Solutions Family.